Kendi kişiliğinin gücüyle var olmayı seçmeyen, beden gücüyle var olmayı seçer.
Yaralı Şifacı
Recent Comments
Kendi kişiliğinin gücüyle var olmayı seçmeyen, beden gücüyle var olmayı seçer.
Yaralı Şifacı
Bizdeki bu dış görünüş takıntısı neden acaba? İnsanlara bakıyorum; zekâlarını, bilgilerini, görgülerini geliştirmek yerine sürekli dış görünüşlerine odaklanıyorlar. Bir bakıyorum, benim “Gömlek” yazım diğer yazılara göre okunmada fark atmış. Üzüleyim mi, sevineyim mi bilemedim.
Asıl anlamadığım şu: Neden manevi değerlere değil de dış görünüşe bu kadar kafayı yoruyoruz?
Elbette hayatta pes etmemek, bir şeyi isterken vazgeçmemek çok güzel. Elbette insan, kendine saygı gösterebilmesi için kendine de özen göstermeli. Ama bu, manevi değerlerin önüne geçmemeli.
Instagram’a bir bakıyorum: Görsel şov fotoğrafları viral olmuş. İnsanlar durmadan bedenlerini sergiliyor. Çünkü iç dünyaları ve entelektüel kapasiteleri ihmal edilmiş.
Ama bu durum yalnızca bir tarafa özgü değil. Daha muhafazakâr giyineni de, daha açık giyineni de aynı yüreğe sahip. Sadece biri kendi yüreğine baskı uygularken, diğeri içindeki yetersizliği olduğu gibi sergiliyor.
Ama sonuçta: Yürek aynı yürek.
Ve önce yürekler eğitilmeli.
Bunun için manevi değerlerin önemini anlayacak iyi bir nesil yetişmeli. Hacı Bektaş Veli’nin Makalat adlı eserinde şu söz geçer:
“Onları alt etmek ve parçalamanın tek yolu harp meydanları değildir… Onları hissettirmeden maneviyatlarına uymayan hareketlere alıştırmak gerekir.”
Anlatmam gerekti.
Saygılarımla…
Aklımıza gelebilecek her olumsuz ya da alışılmışın dışındaki davranışın altında yaralarımız var. Biz buna ‘’Travma’’ diyoruz ama bence esası ‘’Yara’’. Ayrıca Dr. Gabor Maté ’nin yazdığı “Normal Efsanesi’ne” göre canımızın yanmaması için bu yaralarımız genellikle bir yara dokusu ile kapanır. Dr. Gabor Maté kendi hayatından örnekle bir yaraya sebep olan travmanın aslında nasıl olumsuz bir davranışa yol açtığını çok güzel bir biçimde anlatır:
Yazar bir gün yabancı bir ülkede yaptığı konuşma gezisinden sonra kendi memleketine dönerken bindiği uçakta yaptığı konuşmanın başarısını düşünür. Yaptığı konuşmanın başarılı geçmesi ile keyiflenen yazar uçak indiği sırada eşinden gelen mesajla sarsılır. Mesajda ise:’’ Üzgünüm. Henüz evden çıkmadım. Hâlâ gelmemi istiyor musun?’’ der yazarın sevgili eşi. Yazar bu duruma sinirlenir tabi. Sonrasında sinirli bir şekilde ‘’Boş ver’’ diyerek içinden geçiştirir. Daha sonra ise eşine karşı öfke nöbetine tutulur.
Yazar daha sonra bu olumsuz davranışın kökeninin farkına varır. Annesi o daha bebekken 2. Dünya Savaşı sırasında bebeğiyle İsviçre’nin koruması altında bir binaya yerleşir; fakat kaldığı binadaki yaşam koşullarının yetersizliğinden oğlunu başka birine emanet etmek zorunda bırakır. Sonra ise tekrar bebeğini kucağına alır. Bu sayede hayatta kalır ama bir süre boyunca annesinin suratına hiç bakmaz.
İşte bu olay o olumsuz davranışa neden oluyor. Çünkü eşinin yaptığı, ona bebekkenki yaşadığı ‘’İhaneti’’ aklına getiriyor. Fakat yazar en sonunda şunu söylemiyor: ‘’ Bunları Hitler yaptı’’. Tam tersi ‘’Sorumluluk alınabilir ve alınmalı’’ diyor. Çünkü aksi halde, her zaman kötülük yapmak için haklı bahanelerimiz olurdu, değil mi?
Neden daha azıyla doyamıyoruz hayatta? Her aldığımız şey sınırsız ücretsiz olsaydı, insanlar açgözlülükten hiçbir şey bırakmazlardı tezgahlarda… Bu özellikle  lüks otellerdeki  açık büfelerde geçerli.  İnsanlar nasıl olsa sabit fiyat sınırsız hayat der gibi yiyecek dolduruyor tabaklarına…
Hayvanlar bile ihtiyacı kadar avlanıyor doğada. Bizim gibi aç gözlü değiller yani…
Bir de biz insanlar bu yediklerimizi hazmetmemiz için mide asidini etkisizleştiren çiğneme tabletleri (Antacids olarak geçiyor tıbbi literatürde) çiğniyoruz. Çatlasak da patlasak da gene de doymazdık. Dünyayı, gezegenleri isterdik biz insanlar olarak bu sefer… Dünyada savaşlar bundan dolayı var ya… Hepsi bilgisizlikten, hepsi açgözlülükten hepsi de görgüsüzlükten…Çoğu da çocukluk yaralarımızdan kaynaklı…
Bu yarayı dönüştürmek esas mesele.. Ondan kötülük yaparak beslenmek değil…
Bir de açık büfelerde aman çantaya yemek koyayım da sonra yerim der gibi başka bir görgüsüzlük de var… Yok bir de yağmala büfeyi… Daha neler!
Siz bu konuda ne düşünuyorsunuz? Yorumlarınızı bekliyorum:)
Bazen bazı anlarımız olur. Karar veremeyiz. Düşünürüz düşünurüz. Senaryolar üretiriz. Yani öyle senaryoardır ki gerçekleşme olasılığı sadece %1 bile değil ama gene de bir türlü eyleme geçemeyiz. Kırkayağın hikayesi vardır bilirsiniz. Kırkayağa sormuşlar: “Sen nasıl yürüyorsun?” Kırkayak düşünmüş ve bir daha yürüyememiş. Benim de böyle bir anım var. Hatta bir çok anım oldu diyebilirim; ama en önemlisi geleceğimle ilgili kendi sınırlarımı çizebileceğim hayati bir kararda oldu. O andan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı ama bu daha iyisi olmayacak anlamına gelmez tabi, pes etmedikten sonra hayatta… Her zaman şansınız vardır. Hayat uzun. Daha fazla eylem yapabileceğimiz kadar uzun hayat ama ömürler hayatı düşünecek kadar kısa…
Sevgilerle…
Bir mağazaya girdim ve vitrindeki bir gömleği çok beğendim. Maalesef o gömlekten mağazada kalmamıştı. Sadece vitrinde modelin üstünde vardı ve ben de oradaki elemana vitrindeki gömleği alabilir miyim diye ricada bulundum. Eleman ise: “Maalesef. Bunu yapmamız yasak. ” dedi. Ben de diğer elemana rica ettim. O da: “Spot ışığında bu gömlek solmuştur bile. Hem bunu yapmamız yasak.” dedi. Sonra ilk sorduĝum elemanla karşılaştık ve dayanamadan söyledim: ” Bu gömlegi de çok sevmiştim…” İşte o an eleman: ” Tamam Online dan bakalım.” dedi ve ” Maalesef Online’dan da tükenmiş.” Ben de: ” Başka bir yolu yok mudur acaba?” dediğimde bana: “Bir dakika bekleyin.” dedi ve oradaki bayan elemanla konuşup döndü ve dedi ki: ” Normalde bunu kimseye yapmıyoruz ama size yapacağız…” Ondan sonra da gömleği aldım.
Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorumlarını bekliyorum…
Malum bilirsiniz Eczacılık Fakültesi biraz ağırdır ama hukuk gibi degildir bana göre:). Çok zor zamanlar yaşadım. Hastalandım. Bana yap denilen şeyleri yapmadım ve bu beni kurtardı belki de. O kadar zor bir dönemdi ki kelimelerle anlatsam yetmez… Bir yandan da hayallerim için ve geleceğim için çok çalışmak zorundaydım. Diğer yandan da ailemin bana dayattığı korkuları, evhamları ve yapamazsınları yenmek zorundaydım. Hem ölümle imtihan olundum hem de dekanla ve akademisyen hocalarla ilişkilerimin kötü gittiği oldu. Hepsi bir tek şey içindi: Pes etmemek ve hayallerimi gerçekleştirmek. Tabi ki de bu ilk adımlar bir işe yaramadı. Hatta daha kötü oldu her şey… Rektörlüğe dilekçe yazma işi hiçbir işe yaramadı… Neyse devam etmeliyim. Hastalandıktan önce ve sonra bir tür lanet gibi olaylar silsilesi (access consciousness ve NLP gibi caresizlikten denediğim tekniklerdi ama bedeli cok ağır oldu) meydana geldi… Hatta online sınavlara girerken evdeki elektriklerin kesildiği bile oldu yani o kadar şanssız bir dönemimdi kısaca ama PES ETMEDİM. Yüreğimi delice yakan keşkelerim oldu. PES ETMEDİM. Ağır depresyona girdim, sadece uyumak ve sınavlara girmek istemediğim oldu. PES ETMEDİM. İstedigim notları alamadığım oldu. PES ETMEDİM. Ailemin baskısı oldu. PES ETMEDİM. Psikoz dendi. PES ETMEDİM. O an sadece annem umut veren kişi oldu ve bana dedi ki:” Oğlum pes etmeyen kazanır hayatta…” Ben de o umutla çok çalıştım. Zihinsel yorgunluğum bazı zamanlar günlük çalışmaya fazla izin vermese de çalışamadığım zamanlar sınavdan bir gün önce geceleri saat 5 gibi kalkıp sabahın ilk dersine kadar çalışıp ona rağmen derslerime katılıp sınavlarıma girerdim. Gerektiğinde de sonraki dönemler alttan ders aldım ki kötü olan notlarımı daha iyiye çekebilmek için. Sonunda ise fakülte birinciliğini kaptım ama hala beklemedeyim… Umudumu asla kaybetmedim…
Çok küçüktüm. Sınıftan arkadaşlarım benimle dalga geçerlerdi. Çok alınırdım. Çok kırılırdım. İçime atardım. Ağlardım. Tabi en sonunda anneme anlatırdım. O an gerçekten anlatmak istediğinin ne olduğunu anlamadığım bir söz söylerdi: ” Oğlum sen hayatının merkezine BAŞKALARINI koyuyorsun. Hayatının merkezine KENDİNİ koymalısın.” Ben tabi hayattan o dersi çıkarmadığım için saçma gelirdi bu söz ama ben bu uyarıyı şimdi anlıyorum arada gene aynı ufak hatalar yapsam da…
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı bekliyorum.
Bence bu yüzyılın en önemli işi (neredeyse o kadar önemli oldu ki hayatımızda okuma gerektirmeyen bir meslek olarak sayılabilecek nitelikte)  GİRİŞİMCİLİK. Ne okursan oku iyi bir girişimci olmadıktan sonra hiçbir anlamı yok… Üniversite mezunları sürünüyor resmen. Kendi işini kuranlar da patron oluyor… Nerede adalet acep? Bir tanıdığım şöyle dedi: ”Ben ilkokul mezunuyum ( belki de ” Bile değilim” dedi. Hatırlamıyorum ama yorumu daha sonra size bırakıyorum:) ). Bir işletmesi var ve dedi ki: ” Altımda üniversiteliler çalışıyor…” Gerisini siz düşünün artık… Hatta şunu da ekledi: ” Senin ilkokul tuvaletinde geçirdiğin vakti ben ilkokulda geçirmemişimdir”
Yorumlarınızı bekliyorum. Ne düşünüyorsunuz?
“Arılar da çok çalışır ama ballarını insanlar yer. Eğer gerçekten çalışmak istiyorsanız gönlünüzden geçen işi yapın ki o işin ustası siz olun. O zaman bu iş, kaymağınızın sadece sizin yiyeceği bir iş olur.”
-Yaralı Şifacı
“İnançsızlık umutsuzluğa, umutsuzluk ise başarısızlığa sürükler. Size tavsiyem her daim inancınızı koruyun.”
– Yaralı Şifacı
“Kötülük eninde sonunda iyiliğe yem olur, bu da çok iyi misal olur.
– Yaralı Şifacı
Ya da en iyisi, iyi kendi kuyruğunu ısırır çok iyi gözlemci olur. En sonunda iyiliği yönetir, kötülüğe hakim olur. Bu da iyinin kendi kaderi ile kendi hayatını dönüştürüp kendi elleriyle uğradığı benzer kötülükleri dünyada def etmesiyle olur.”