Her Şeyi Kafaya Takan Adam (Çok Kısacık Bir Öykü)

Bir gün, adamın biri her şeyi kafasına takarmış. Olur olmadık her şeye ağlarmış, kafayı bozarmış. Tıpkı takılmış plaklar gibi… Çünkü her şey aslında mükemmel ve kusursuzmuş. Ama tek bir kusur ona büyük gelirmiş.

Daha sonra başına, ilahi bir ders niteliğinde bir olay gelmiş. Önce tüm servetini, sonra sevdiklerini, ardından sağlığını, en sonunda da her şeyini kaybetmiş. O kusursuz gibi görünen hayat aslında bir ilüzyonmuş; nefsinin bir oyunuymuş. Nefis, ne kadar varlığa alışırsa onu kanıksarmış. Bu, insanoğlunun fıtratında olan bir gerçekmiş ama nafile… Olan olmuş bir kere; illa ki o nefsinden yara alacakmış.

Sonra, o kusursuzluk isteği garip bir şekilde geçmeye başlamış. Yerine şükür duygusu gelmiş. Nefsini yenmiş. “Bundan daha kötü ne olabilir?” diye düşünmüş. Derken kendi kıymetini ve değerini anlamış. Sağlığını toparlamış. Sağlığını toparlayınca çalışmaya başlamış. Çalışmaya başlayınca yeni çevre edinmiş. Çevre edindikten sonra ise sevdiği bir kadınla karşılaşmış. Derken yuvasını kurmuş.

Adamın hayatı artık huzurluymuş. Şükredecek ne çok şey varmış! Eskimiş, köhne ve işe yaramayan düzenin yerine, hayatında daha sağlam ve oturmuş bir temel kurulmuş. Böylece eskisinden daha mutlu ve mesut olmuş. Hem sağlığına, hem servetine, hem sevdiklerine, hem de daha önce hiç bilmediği gerçek mutluluğa kavuşmuş…

Mutlu Son (The Happy End) <3

Uncategorized kategorisine gönderildi | 1 Yorum

Ortadoğu’nun Eşsiz İncisi

Bir varmış bir yokmuş…
Bir gün Avrupa’nın insanları söylenmeye başlamış; doğuştan şanssızlarmış. “Ne diye bizim sahip olmadıklarımız Ortadoğu’nun incisinde olurmuş?” diye arabeske vururlarmış. Halbuki bunlar doğuştan savaşçı insanlarmış ama zamanla savaşçılık özelliklerini unutup, hayatta zorluklarla mücadele etmek yerine söylenmeye bayılır olmuşlar. Tanrı’ya yakarmışlar:

“Tanrım, ne olur bize de böyle imkânlar verseydin… Bu senin adaletin miydi?”

Tanrı seslerini duymuş, dualarını kabul etmiş. Ama tek bir şartla:
“Şu ana kadar olup bitenleri unutacaksınız. Yepyeni bir hayata gözlerinizi açacaksınız.”

Sonra bir gün, kendilerini başka bir memlekette buluvermişler.


Bir gün Ortadoğu’da çok güzel bir ülke varmış. Nehirleri denizlere akarmış. Tarihi eserleri yüzlerce değil, binlerce, milyonlarca yıldan kalmaymış. Doğası, ormanları eşsiz bir harikaymış. Hayvanların otlatılması için engin meraları varmış. Bu meralarda birbirinden güzel çiçekler açarmış… Arıların balları da onlardanmış.

Ama gel gör ki o ülkenin insanları hepten kazmaymış. Sadece insan ilişkilerinde değil, güzele ve iyiye karşı da kabaymış. Bir gün nehirlere atıklar atılır, ertesi gün ormandaki ağaçlar kasıtlı yakılırmış. Bütün doğadaki hayvanlar — vahşi hayvanların yanı sıra koyunlar, kuzular, inekler dahil hepsi — yanıp kül olurmuş. Ormanların yerine ise hep bina yapılırmış. Tarihi eserleri de insanlar kendi elleriyle yıkarmış.

Ama o ülkenin insanları öyle nankörmüş ki, kendi ülkesinin kıymetini bilmeden hep Avrupa’ya özenirmiş. “Avrupa, Avrupa” derlermiş; başka bir şey bilmezlermiş. Oysa Avrupa da öyle çok nezih bir yer değilmiş, aslında pek köhneymiş. Ama insanları çalışkan, dürüst, temiz ve safmış. O köhne kıta tarihi eserlerine bakar, ormanlarına saygı duyar, besiciliğe, hayvancılığa, tarıma önem verirmiş. Denizlerini asla kirletmezmiş.

Zamanla kıtalarını kalkındırmışlar. Artık orası dünyanın incisiymiş. Ortadoğu’nun insanları ise yine(!) söylenmeye başlamış:

“Allah’ım, neden Avrupa gibi değiliz? Onlar gibi refah içinde yaşayamıyoruz? Biz neden böyle medeni olamıyoruz? Onların birliğine neden giremiyoruz?”

Ama ne kadar dua etseler boşmuş. Artık iş işten geçmiş, başka yaşayacak memleket yokmuş. Tek memleketleri oymuş…

Acı ama gerçek.
Sizlerle paylaşmak istedim.

Saygılarımla…

Uncategorized kategorisine gönderildi | 2 Yorum

Kibrin Yok Oluşu ve Tekâmül

Kibirli olan küçüklüğünü kabul edemez. Küçüklüğünü kabul edemeyen ise tekâmül edemez; Tanrı’yı sevemez, Tanrı’ya yaklaşamaz ve huzurlu olamaz. İşte bu yüzden kibir, şeytani bir özelliktir.

Çünkü küçüklüğünü kabul edemeyen insan acıdan kaçar. Oysa acı, insanı Tanrı’ya yakınlaştıran bir kapıdır. Hepimizin içinde şeytansı taraflar vardır ve amaç, bu tarafları içten acı çekerek törpüleyebilmek, böylece tamamen iyi bir insan olabilmektir.

“Bu başıma gelemez, olamaz” gibi sözler aslında şeytansı kibrin göstergesidir. Fakat hayat çoğu zaman inadına bu olayları karşımıza çıkarır. Çünkü ancak o zaman kibirimiz törpülenir, Tanrı’ya yaklaşır ve huzuru bulabiliriz. İşte o zaman tekâmül gerçekleşir.

Böylece cennete layık olabilir, şeytansı özelliklerden arınabiliriz. Tüm amaç budur.

Tanrı, şeytanı gördü ve insanda onun özelliklerini içeren ne varsa, hepsini dünyada temizlemeye karar verdi. İşte bu süreç tekâmülün ta kendisidir: insandaki şeytansı kibri temizlemek.

Bunu dünyada yapmayan ise ahirette, cehennemin acısıyla o kibri temizleyecektir. Çünkü bütün amaç, kibrin yok edilmesidir.

Ne kadar kibir azsa, tekâmül o kadar yüksektir. Ne kadar kibir çoksa, zulüm de o kadar fazladır. Çünkü zulüm yapmanın nedeni acıya katlanmaya cesaret edememektir. Acıyı çekmeye niyet etmeyen, şeytansı özelliklerinden kurtulamaz. Bu yüzden zalim olur ve kibrini korur.

Dikkat edersen, kötü insanlar her zaman kibirlidir.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Mutluluğun ve Özgürlüğün Hapı

Bir gün bir mucit varmış. Sihirli bir hap bulmuş ama tabii ki bu hapın bir bedeli varmış. Neyse, masalımıza geri dönelim. Bu hap, insanı büsbütün özgürleştirirmiş. Hayatın korkularından, takıntılarından ve en önemlisi kaygılardan insanı uzaklaştırırmış.

Bu hapı duyan herkes ondan yararlanmak istemiş ama nafile… Mucit, bir gün bu hapın iyi bir şey olduğunu ama aynı zamanda bir bedeli olduğunu anlatınca hiç kimse hapı almak istememiş. Düşünsenize; hayatın tadını çıkarmayı sağlayacak, sonsuz mutluluğun kaynağı olacak bu mucize kabul edilmemiş. Çünkü onlar için bedel çok önemliymiş. Bu hapı kullandıklarında kaybettikleri şey, onların ekmek parası kazanmalarına sebep olan şeymiş. Yoksa açlıktan ölürlermiş, malum, ekmek aslanın ağzında…

Derken bir gün birisi çıkmış mucidin karşısına ve bu hapı içmek istediğini söylemiş. Mucit ona her şeyi tek tek anlatmış ama adam inanmamış. Mucidin sözünü ettiği şey ona göre olsa olsa hapı kötülemekten başka bir şey değilmiş. Böylece hap kendisine kalacak ve o içecekmiş.

Oysa bilmiyormuş ki mucidin bu hapa ihtiyacı yokmuş. Çünkü o aslında bir bilgeymiş. Hayatın sırrını zaten biliyormuş. Bu bedeli ödemeden özgürce yaşıyormuş. Fakat bilgeliğini kimselere anlatamayınca böyle bir yöntem bulmuş. Amacı insanlara yarar sağlamakmış. Ona kalsa, insanların bu bedeli ödemeden de mutlu olmaları mümkünmüş ama insanlar bunu beceremiyormuş.

Neyse, hapı içmek isteyen adam o kadar canından bezmiş ki hayat onun için bir çileye dönüşmüş. Çare ararken şansı onu mucitle karşılaştırmış. Çok çalışıyormuş ama hayatın anlamına varamıyormuş. Ruhu bir türlü bedenine ulaşamıyormuş. Son çare olarak hapı içmeye karar vermiş. Ve içmiş… Bedeline katlanarak.

Bu hapı içtikten sonra işlerini aksatmaya başlamış. Günlük sorumluluklarını yerine getiremez olmuş. Bir gün işçi olarak çalıştığı yerden kovuluvermiş. Önceleri korkudan tir tir titremiş. Elinden hiçbir iş gelmez olmuş. Parasız kalmış, açlıktan öleceğini düşünmüş.

Derken bir gün rüyasında ona ilham gelmeye başlamış. Uyanınca yazıya dökmüş; şiirler yazmış, besteler yapmış. Kendisi bile buna inanamamış. Hayatın “kölesiyken” birdenbire sanatçıya dönüşmüş. Demek ki bu fıtratında varmış. Ne diye kendini sıkmış, boşa kaygılanmış? Meğer anksiyete ve gerginlik boşunaymış. Artık hayatın tadına varıyormuş. Parasını da bu yolla kazanır olmuş.

Sonra bilge adam okuyucuya şöyle seslenmiş:

“Hayatta risk almak gerekir. Bu hapın sağladığı şey aslında buydu. Onu sağlıyordu çünkü zekâya doğrudan etki ediyordu. Aşırı zekâ insanı kaygılı ve korkak yapar, risk almaktan alıkoyar. Oysa hayatta önemli olan zekâ değil; ilham, cesaret ve öngörüdür. Einstein bile ‘Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi sınırlıyken hayal gücü tüm dünyayı kapsar’ der. Zekâ, bilgi edinmek ve bilgiyi kullanabilmek içindir. Bilgi sınırlıdır. Ama hayal kurmak sınırsızdır ve yürekle bağlantılıdır. Yüreğinin sesini dinleyen, cesur ve öngörülü olan sonunda kazanır.”


Saygılarımla

Uncategorized kategorisine gönderildi | 2 Yorum

Tıp Fakültesi “Efsanesi”

Bazı insanlar ısrarla ailesinin yolundan ve kabul görmüş geleneklerin ardından gidiyor. Bir de bunu başarınca bir meziyet gibi paylaşıyorlar. Tıp fakültesi kazanmak illa başarı değildir. Çünkü o kadar yüksek puan alanlar, sanki tek tercih hakları varmış gibi davranıyorlar. Bence esas başarı, o puanı alıp istediği fakülteyi yazma cesareti gösterebilmektir… Sonuçta hayat seçimlerden ibarettir; sonuçlardan değil.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Zamanın Gerisinde

“Zaman ne kadar ilerlese de, insanlar ilerlemediği için zamanın gerisinde kalıyorlar.”

Yaralı Şifacı

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

İlahi Sevgi

“Tanrı, iyiliği ve sevgiyi gerçek anlamda sevin ve tadın diye bize ‘Bana tapın ve bana yaklaşın’ diyor. Çünkü O, tamamen bizi ve diğer insanları düşündüğü için böyle söylüyor. Yoksa derdi asla bazı insanlar gibi üzerimizde otorite kurmak değil.”

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Nosebo Etkisi

“Bazı insanlar, siz kötü olsanız bile iyi yanlarınızı görüp parlatır ve sizi yükseltir; bazıları ise siz iyi olsanız bile size kötü biri muamelesi yapıp aşağı çeker. İşte hayatın dönüm noktası tam da burada devreye girer. Sizin iradeniz ve duruşunuz, doğru kararı vermenizi sağlayacaktır: ya o ortamdan uzaklaşıp hasta olmayacaksınız, ya da bunu yapamıyorsanız sınırlarınızı net çizip, o kişiyle ilişkinizi kendi güvenli alanınızın ötesine taşımayacaksınız. Unutmayın, güç sizde ve seçim sizin!”

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Hayat Nedir?

“Asıl hayat yarış değil, akıştır. Yarışla hareket eden kişi kendini tüketir; akışla hareket eden ise kendini parlatır ve yüceltir.”

Yaralı Şifacı

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bir Kariyer Meselesi

Bir Varmış Bir Yokmuş
Bu bir yarı masal, yarı öykü…

Bir gün çok çalışkan ve başarılı bir kız varmış. Günlerden bir gün üniversite sınavına girmiş ve alabileceği en yüksek puanı almış. Sonuçlar açıklanınca doktorluğu yazmayı düşünmüş. Yazmış da.

Üniversitenin ilk yılları çok güzel geçmiş. Teorik derslerde oldukça başarılıymış. Ta ki cerrahi derslere girene kadar… Orada ölü bir insan bedenini, organları ve kanı görünce bayılmış. Kendine geldiğinde çok pişman olmuş. Eve gidince aldığı kararı sorgulamış.

Bir gece dua etmiş:
“Tanrım, lütfen beni zamanda geri götür. Ta lise yıllarıma… Öyle bir şey olsun ki bu mesleği hiç seçmemiş olayım.”

Tanrı duasını kabul etmiş, ama bir şartla: Lise yıllarına geri dönecek, fakat o zamana kadar yaşadığı her şeyi unutacakmış.

Böylece yeniden liseye dönmüş. Ne tesadüftür ki okula yeni bir öğrenci gelmiş. Bu öğrenci, kız çok çalışkan olduğu için onunla dalga geçmiş:
“Bu bir şişko inek!” demiş.

Daha önce kimsenin dikkatini çekmeyen kız, bu sözle sınıfta alay konusu olmuş. Çok üzülmüş, ağlamış ama kimseye anlatamamış. Ailesine söylese “ispiyoncu” derler diye korkmuş. Zaten çok utangaç olduğundan hakkını da arayamamış.

Bir çare düşünmüş. Sonunda aklına parlak (!) bir fikir gelmiş: Dalga konusu olmamak için ders çalışmamaya karar vermiş. Test kitaplarını çözmemiş, derse katılmamış, eve gelince kitaplarını çöpe atmış. Böylece aslında intikamı yine kendisinden almış. Tabii bu durum kısa sürede ailesinin dikkatini çekmiş.

Ama ne yazık ki bu “çözüm” işe yaramamış. O yeni gelen öğrenci bu kez de:
“Bu kız herhâlde uzaylı, kimseyle konuşmuyor!” diye alay etmiş.
Başka gün başka bir bahaneyle yine dalga geçmiş.

Kız artık dayanamamış. Her gün maruz kaldığı bu baskı onu tükenmişlik sendromuna sürüklemiş. Lise son sınıfta üniversite sınavına gerektiği gibi çalışamamış. Zaten içten içe hiç yüzleşemediği gerçek, doktorluğu aslında istemediği, sadece çok itibarlı bulduğuymuş.

Sonunda, yine de gücünün son damlasına kadar çalışmış. Sınav sonuçları açıklanınca bir bakmış ki psikoloji bölümünü kazanmış. Önce çok üzülmüş, çok ağlamış, kendini yıpratmış. Ama sonra, hiç düşünmediği bu bölümde derslerin ne kadar keyifli olduğunu fark etmiş. Daha ilk yıl sınıf birincisi olmuş.

Kendini Tanrı’ya şükrederken bulmuş. Çünkü hiç aklında olmayan bu meslek onun için bir şükür vesilesiymiş. Üniversiteyi birincilikle bitirmiş, araştırmalar yapmış, kendini geliştirmiş. Sonunda ülkesinin en meşhur psikoloğu olmuş. Ve işte böylece Tanrı’ya ettiği dua, en hayırlı şekilde kabul edilmiş.

Masal burada bitmiş.

Yazarın Notu:
Her kötü sandığımız şeyde bir hayır vardır, değil mi? En yüksek puanı alan gençler illa doktor olmak zorunda değil. İstedikleri, sevdikleri mesleği seçsinler ki hem hayatları kâbus olmasın hem de mesleklerinde en iyi statüye ulaşsınlar. Para ve itibar, severek yapılan işin ardından zaten gelir.

Sevgiler…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın