Saat sabahın 7.30’uydu. Her şey hazırdı. Yıllarını vererek, alın teriyle, sabırla kurduğu “kendi baharına” kavuşma vakti gelmişti. Bu kez hayat, tam da onun planladığı gibi işleyecekti. Fakat yola çıkmadan önce bulunduğu mekândan kötü ayrıldı. “Takıntılı” dediği kişiyle tartışmıştı. Üzülerek, kırılarak çıkmıştı oradan; ama vakit dar, yol uzundu. Duygularını bir kenara bırakıp istasyona doğru yola koyuldu.
Zihninde tek bir düşünce vardı: “Bu sefer her şey tam zamanında olacak.”
Hatta o kadar dakikti ki, trenine vaktinden önce yetişecekti. Kaderine varmak için kimsenin önüne geçmesine izin vermeyecekti.
Ama o istasyonda yaşanan o talihsiz an… her şeyi değiştirdi.
Treni beklerken “Takıntılı” yeniden aradı.
Yine aynı kısır döngüdeydiler. Suçlamalar, ses yükselmeleri, “ya o ya ben” diye biten cümleler… Kafası karıştı. O an karar vermek için duraksadı — oysa durmak, onun için hep tehlikeliydi. Tam o sırada trenin sesi geldi: Ta ta ta tamm…
Ve tren gözlerinin önünden uzaklaştı.
Kaçırmıştı.
Sonrası mı?
Kötüydü. Çünkü bir kez daha “o zalim”in eline kalmıştı. “Ya o ya ben” diyen sevgili, aslında onu kendi korkularına zincirliyordu. Hayalleri, emekleri, kendi elleriyle ördüğü baharı bir anda yok olmuştu. Araftaydı artık. Ne gidebiliyor, ne kalabiliyordu.
Bir süre sonra anladı ki, hâlâ aralarında bir bağ olsa da bunun adı aşk değildi. Gerçek aşk, serbest bırakırdı insanı. Bu ise bir “sevgi tuzağı”ydı.
İstasyonda öylece kaldı, kaçırdığı trenin dumanını izledi.
Ve o an fark etti: O tren, sadece bir fırsat değil, bir sınavdı.
Bir süre sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes aldı.
“Tamam,” dedi, “O tren gittiyse, ben yenisini yaparım.”
Kollarını sıvadı. Bu kez bir yolcu değil, bir mühendis olacaktı.
Kendi trenini kendi elleriyle çizmeye başladı. Planladı, tasarladı, yaptı bozdu, yeniden yaptı.
Zaman aldı ama yılmadı. Her bir parçasına emeğini, umudunu, inancını işledi. Sonunda kendi trenini tamamladı.
Yine bir an geldi — içinden bir ses “Ya kaza yaparsa?” dedi.
Ama o bu kez korkmadı. Risk alması gerektiğini biliyordu.
Gözlerini kapadı, makinist koltuğuna oturdu.
Trenini kendi sürdü.
Yol boyunca geçmişin gölgeleri geri döndü. “Takıntılı” aradı, onu vazgeçirmeye çalıştı.
Ama bu defa dinlemedi. Derken o an bir şey gözüne çarptı:
O kaçırdığı ilk tren… meğer yolda kaza yapmıştı.
Eğer o trene binmiş olsaydı, hırsı ve kibri onu yok edecekti.
Bu gerçeği öğrenince bir süre sustu. Kalbi hafifledi.
Zaman geçti. Uzun, sessiz, ama öğretici bir yolculuktu.
Sonunda kendi yaptığı tren, onu hedefine ulaştırdı.
Vardığında gerçekten mutlu olmuştu. Sonunda istediği hayata kavuşmuştu. Ama o mutluluk daha sonra, yerini yavaşça farkındalığa bıraktı.
Anladı ki, gerçek hazine varacağı yerde değilmiş.
Asıl hazine, sahip olduğu damarlarındaki asil kanda, o treni inşa ederken kazandığı güçte, sabırda ve dönüşümdeymiş; ama bunu anlaması için bunları yaşamış olması gerekiyormuş.
Sevgiler…